30 Aralık 2015 Çarşamba

Kırmızı

Kırmızı yakışıyor sana, gözlerini ortaya çıkartıyor...
O değil de o kırmızı rugan pabuçları sen de unutamıyorsun değil mi?
Eeee, bütün kızlarda vardı, bir bana almamışlardı...
Oğlanlara olmaz da ondan, kız ayakkabısı onlar akıllım...
Oğlanlar kırmızı sevemez mi yani? Ya pembe, mor? Maviyi sevmeye izin var mı? İsterim, illa da kırmızı rugan pabuçlar isterim... Bir bayram benim de kırmızı pabuçlarım olsa? Noel babadan bile istedim... Gerçi bir pek tanımazdık onu, ama görmüştüm ben fotoğrafını, o da kırmızıyı seviyor...
Noel baba bizim eve gelmez akıllım... Bacası olan evlere gidiyor o...
Bizim de bacamız var, ama demirden... Taştan baca yapacağım o zaman ben büyüyünce evime, o zaman gelir mi kırmızı pabuçlarım? Rugan olacak ama...
Bir de diş perisi varmış diye duydum, ama o para getiriyor sanırım sadece...
Ananemden istedim ben kırmızı pabuçları, bir tuhaf oldu gözleri.
"yuvalarından uğradı" denir ona...
O ne demek ki?
Ayıp bir şey söyledin demek... Ananem de utandı işte senden...
Oğlanlar kırmızı pabuç istemez... Tren iste sen en iyisi...

21 Aralık 2015 Pazartesi

BULUT

Bulut gibi göklere yükselirken ruhum, bir yandan da geride bıraktıklarımı düşündüm. Neler kalmıştı ki geride, yaşanmamışlar daha çok, ama keyif de bir yandan, gözden kaçmışlar/ kaçırılmışlar biraz. Bile bile bilmediklerimiz, güle güle gönderdiklerimiz. Sevdim, çok sevdim, ama olmadı yalanlarımız.
Bulut gibi yükselebilmek için hepsini geride bırakmak lazım. Tertemiz ve hafif olmak.
Sevgi de dahil her bağ ağırlaştırdı beni. Umutlar yere bağladı ayaklarımı. Hani derler ya “kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insan özgürdür.” diye. Tek tek her şeyi bıraktım özgürleşmek için. En son da yalnızlığımı bıraktım ve bir baktım ki birlik içindeyim. Hafifledim, hafifledim, bir rüzgara kaldı havalanmam, ona teslim ettim kendimi.
Demek bulut olmak teslimiyetmiş bunu anladım. Boyun eğmek ve kabul etmek, ama kabullenmek değil asla…
20 Ağustos 2015

YAS

Görsel: http://www.sinemaloji.com/
ve “İyi şeyler olur” dedim…
“Tabii inanmayı sürdürürsek” dedi…
İnanmayı mı komik olma, neye inanacaksın ki? Ortalıkta yozlaşmadan, kokuşmadan, bayağılaşmadan başka bir şey mi var? İnanmakmış… Peh, her şeyin besbeter olacağına inanırım ancak bundan sonra…
Bu durumda hangi iyi şeylerden bahsediyorsun ki? dedi…
Münferit olaylar dedim… Günümü aydınlatan bazı şeyler… Güzel bir insan mesela, iyi bir kitap…
İyi kitaplara inanırım bak… İyi bir distopyaya mesela… Zaten o distopyanın kendisi değil mi yaşadığımız? Koy ver gitsin… İyi distopyalar olur… Çocukluğumu hatırlamak istemiyorum artık… İyi şeylerin her gün olduğu… Zamanın iyi olanı saydığı, kötüyü unutma eğiliminde olduğu anları unuttum gitti… Seni hayata hazırlayanlar bunlar mıydı, dedi… Bu durumda pek hazırlıklı sayılmazsın…
Bilmek ve inanmak… Yaşamak ve ölmek gibi… İçinde fırtınalar kopsa da, yokmuş gibi bir inanç içinde misin? Atla, hadi at kendini o boşluğa… İyiler zaten çoktan öldü… Ya bir suikaste kurban gitti, yandılar ya da yana yana gittiler… Kim kaldı ki? Bir sen bir ben… Seç o zaman, kime inanacaksın? İyiler her zaman kazanır… Neyi? Büyük ödül neydi ki? Ölsem? Kazanmış olur muyum? İyiler erken gidiyormuş ya… Bu kadar uzun yaşamak kötü olduğumun kanıtı mı? Ben varsam iyi yok mu? İyi varsa, ben çoktan öldüm demek… Gidiyorum o zaman… Batıya, hep batıya dönük yüzümüz… Güneşin doğuşunu sırtımızda mı hissedeceğiz? Ya yangın yeri ise doğu? Sırtım ısınıyorsa hayra mı yorayım? Sabah mı şimdi? dedi…
İyiliğe inanıyorum, dedim… Safım benim, dedi.
Sanki bir sürpriz parti verilmiş de benim için, bana haber vermeyi unutmuşlar gibi hissediyorum… Üşüyorum… Yaman çelişkiler içinde bile değilim… Bir bulutun koynunda ölmüşüm de haberim yokmuş gibi daha çok… Sadece bir koku var burnumda… İs kokusu gibi…
2 Temmuz 2015

BUNA MI MİNNET DUYACAĞIM YANİ?

Görsel: http://www.siirfm.com
Benim kimseye minnet borcum yok. Ne yaptıysam kendim yaptım, tırnaklarımla kazıdım hayatı. Doğuştan yalnızdım zaten. Bir çöp bidonunun yanında buldum kendimi, emzirdim, büyüttüm. Pamuklara sarmadım, çöpte pamuk yoktu zira… Uzunca bir süre o çöp bidonunu annem sandım, etrafında çöplenen köpeği de babam…
Sonra sonra, beni orada görenler, bir şeyler verenler oldu… Kendi vicdanlarını rahatlatmak için çoğu… Onların günah yiyicisiydim… Attıkları paçavralar, kokuşmuş yemekleri ziyan olmuyordu böylece. Ele güne karşı ne kadar yardımsever olduklarını benim üstüm başım gösteriyordu sanki…
Buna mı minnet duyacağım yani?
Sonra akrabalarım vardı, kaşık ile verip de sapı ile gözümü çıkartanlar… Gösterdikleri tek duygu acıma ile karışmış çürük bir merhamet, yürekten değil de mideden geliyor sanki… Yatacak bir yer karşılığında özgürlüğüm, bir kap sıcak çorbanın bedeli komşulara dedikodu malzemesi: “Kendi çocuklarımın rızkından kesip onu besliyoruz, ama nankör işte…” ile başlayan cümleler…
Buna mı minnet duyacağım yani?
Bir de okula yazdırdılar beni… “Kafası biraz ağır çalışıyor, ama acıdık, ne yapalım”larla başlayan uzun ders çalıştırma saatleri… “Hiç değilse liseyi bitirseydin…”lerle devam eden aba altında sopa göstermeler, bir baltaya sap olamazsa başımıza kalır korkuları… Ömür boyu o bir kap yemeği bana verme mecburiyetinden kurtulma çabalarına en fazla acıyorum…
Buna mı minnet duyacağım yani?
Baktılar lise de bitmiyor -hem neden o sisteme ayak uydurmak zorunda olayım ki, ben aykırı olmayı seçmişim bir defa – bu defa elime parayı sıkıştırıp “al bu sermayeyi de bir dükkan aç bari kendine” oyunu sergilenmeye başladı, sanki onların parasına çok ihtiyacım varmış gibi… Evlerinde uzun boylu misafir kaldım ya, sırada “bir an evvel evlense bari”ler… Aykırıyım ben, niye evlenecekmişim ki… Verdikleri parayı o nişanlı ile yedim, sonra terk ettim onu da… Mecbur muyum canım onların istediği dükkanın başında durmaya, onlar istiyor diye biri ile evlenmeye…
Buna mı minnet duyacağım yani?
Nefret ediyorum hepsinden… Acınası yaratıklar… Çöp bidonunu anne bilseydim daha iyiydi. Bir de nankör demiyorlar mı…
4 Mayıs 2015

GÜZELLİK


İçimde o güzellikler yoksa yüzümü manzaraya dönsem ne fark eder?
19 Nisan 2015

19 Aralık 2015 Cumartesi

Tarçın

Mis kokulu çocukluğum geldi aklıma bir anda... O salepler üstünde tarçınla, sıcak gelirdi bana, içemezdim... Annem "soğutma" derdi, "bir şeye benzemez sonra..." dilimi yakardım illa ki ilk yudumda... Sonra soğumasını beklerdim... Sanırdım ki, bir şeye benzemiyor o salep... Sıcakken içilirse benzer bir şeye çünkü... Ben beceremiyorum ki sıcak içmeyi... Demek ki, berbat bir şey içiyorum, ama seviyorum da sanki... O harika tarçın kokusu burnumda hala...

Boza da içerdik bazen, tarçınlı... Soğuk olurdu, üstüne leblebi de atardım ben... "Bu kadar çok doldurma leblebiyi, genzine kaçar, boğulursun" derdi annem... Kışın nadiren soğuk bir şey içmeme izin verilirdi... "Yavaş iç" derdi annem... Hemen içip bitirmek isterdim ben bozayı, üstünü de leblebi ile kaplardım... Beceremezdim ki hiç yavaş içmeyi... Kızardım kendime, hemen bitirdiğim için tüm leblebileri...

Tarçın kokulu çocukluğum, beceriksizlik yüklü... Ne sıcak içmeyi becerebilirim, ne soğuk... Ne hızlı içmeyi becerebilirim, ne yavaş... Bir an önce büyümeliyim her halde... Her şeyi en uygun şekilde yapabilmek için... Büyümek gerek...

16 Aralık 2015 Çarşamba

Görsel: mandalawendy.com

"Huzur içerden gelir; 
onu dışarda arama. 
İçinde renk yoksa, 
dışarda gökkuşağı arama" 
Buddha


Bu sözü bugün duydum ve çok sevdim... Hayatımıza nice renkler alabilmek için gönlümüzü açabilmek dileğiyle...

10 Aralık 2015 Perşembe

Giden gitti...

Bazen hayatın devam etmesine ihtiyacın vardır... Sadece devam etmesine...

Yastasın biliyorum, hep ağlamak geliyor içinden... Durup dururken süzülüyor yaşlar kirpiklerinden...

Olabilir, teselli kelimeleri sökük yamalar gibi durabilir kalbinde...

Acını paylaşamam, o sana ait. Yaranı sarabilirim ancak, gösterirsen bana... Bazen onu bile yapamam... Beklemek gerekir iyileşmesi için...

Zaman acıları alıp götürmez, üstünü örter zaten... Bazen yara henüz sıcakken korun üzerine kar örtmüşsün gibi olur... Göz yaşları işte o eriyen karlardan gelir... Sonra... Sonra kar yağmaya devam eder işte...

Buna ihtiyacın var... Hayatın devam etmesine... Sessizce...

12 Ekim 2015 Pazartesi

Zat-ı Âli

"Şimdi efendim arz edeyim, olay şu şekilde gelişti" diye başladı lafına, ayağa kalkıp bir yandan da ceketinin düğmelerini iliklemeye çalışırken... En sevmediğim tarz... Direkt yalakalık çağrıştıran, riya kokan hareketler...

Korkmuş belli, sinmiş bir şekilde, karşısındaki her an bağıracakmış gibi titrek bir hal, bir yandan ellerini ovuşturuyor, iliklemiş önünü, iki büklüm hala...

Bilir misiniz böylelerini... Birazcık güvende hissetsinler kendilerini derhal dikleşirler... Daha da iyi hissederlerse bir el cebe giriverir, sonra geniş hareketlerle öbür el sözlere eşlik etmeye başlar... O sahte kendine güven duygusu ile bu defa karşısındakini sindirmeye çalışır işte...

Etrafınıza şöyle bir bakın, nerede arkasına kaykılmış bilmişlik taslayan biri var, işte odur bu iki büklüm zat...

Siz bile demez, "sizler nasıl buyurursanız efendim, zat-ı âlinizden istirham ederim efendim" deyiverir karşınızda, döner bakarsınız arkanıza kim bu "ler" diye, Ali mi geldi diye...

Sevmem işte bu tipleri. Bir de eline erk geçti mi, eziverir mazlumu, dönüp ikinci defa bakmaz bile...

10 Ekim 2015 Cumartesi

DİNLE…

Görsel: Pinterest
Benim çocukluğumda televizyon tek kanaldı, o da akşam saatlerinde başlardı yayına… Radyo 2 kanaldı, FM – AM… İstediğin zaman müzik dinleyemezdin öyle, yayın saatini yakalaman gerekirdi. Biraz da fakirdik, biliyor musun? Öyle teybimiz, kasetimiz falan yoktu, daha sonraları oldu, ama çocukluğumda yoktu…
Anneannem sağırdı benim üstelik… Yani benim çocukluğumda ses yoktu aslında, içimdeki müzik hariç…
İşte bu nedenledir, CD’yi takıp da çalıştırmayı unutmam, müziğin çalmadığını çok sonradan fark etmem…
Yoksa sen sessizlikten rahatsız olanlardan mısın? Neden? İçindeki müziği dinlemeyi mi unuttun? Yoksa hiç öğrenmedin mi kalbinin şarkısını? Sanmıyorum, bebekken duymuşsundur, kulak vermişsindir… O bas ritme… tu-tum, tu-tum, tu-tum… Ona eşlik eden cıvıltılara… Baharın coşkusunu bilmezdin yoksa… Hiç kar görmemiş bir çocuk nasıl bilirse karda yuvarlanmayı, öyle tanıyorsun aslında içindeki müziği…
Sadece DUR, korkma, birazcık dur, DİNLE…
5 Nisan 2015

PUSLU

Fotoğraf: hasan_cakir58
Güneş unuttu ya bizi artık… Puslu günlerden bakıyorum hayata… Yağmur yağsa yine kabulüm de, bu karanlık bitiriyor beni… Mis gibi toprak kokusu olsa, şöyle bir şarkı söylese kalbim derinden… Yok, o da yok… Ağır bir duman sanki bu soluduğum… Yaşama sevincim mi o giden, bir kahve keyfini bile çok gördü bana demek ki, bir veda sözcüğü bile söylemeden çekip gitti…
Böyle planlamamıştım oysa… Sen çıkıp gelecektin aniden… Kapıyı açınca şaşıracaktım ben de. Ellerim iki yanıma düşecekti, elimdeki kavanozu bırakıverecektim konsolun üstüne öylesine. “Çay demlemiştim, içer misin?” diyecektim sana… Güneş açacaktı aniden, yağmurdan sonra. “Gökkuşağını görebilir miyim pencereden baksam?” diye geçerdi de aklımdan, sana bakmayı bırakamazdım belki, gözümü ayırmazdım üzerinden taa ki uzanıp elimi tutana kadar sen.
Mahçup, boynunu biraz eğip “iyi olur” dediğinde, boş gözlerle bakardım sana, “çay yani” diye eklerdin… “İçeri buyur” bile demediğimi fark eder, utanırdım… Gözlerini yere indirir beklerdin sen de kapının eşiğinde…
Ama olmadı işte, güneş yok ki bugün…
6 Nisan 2015

BABALIK ÜZERİNE


Bu paylaşım tesadüfen karşıma çıktı bugün… Aslında genellikle kızlar ve babaları hakkında, birbirlerini ne kadar sevdikleri ve nasıl destek oldukları hakkında yazılara denk gelirim de bu kadar gerçek bir paylaşıma uzun süredir rastlamamıştım. İçim sızladı, esinlendim…
***
Seni ne çok sevdim bilir misin, oğlum… Dimdik dur istedim hep hayata karşı. Ayakların yere sağlam bassın, alnın açık olsun istedim. Erkek adam ol, aile babası ol, evinin reisi ol istedim.
Yufka yürekli olsan da belli etme gözünün yaşını, merhametli olsan da geçit verme namerde. Sımsıkı kapalı olsun yumrukların, hayatın sillelerine karşı hazırlıklı ol. Gözlerini yumma da haksızlıklara karşı, aileni korumak için, gerekiyorsa başını çevir başka yöne. Yoksa yıkarlar seni, hazır bekliyorlar kapıda.
Kimselere emanet edemem seni, kendinden başka. Bu yüzden sert olmalısın ceviz kabuğu gibi, özünü saklamalısın içinde… Kimseler bilmemeli topraktan başka… Kırmaya çalışanlar olacaktır elbet vaktinden önce, özünü almak isteyenler, saklamalısın.
Seni ne çok sevdim bilir misin, oğlum… Ama gösteremem sana, sarılırsam yumuşamandan korkarım…
Sarılırsam, yumuşamaktan korkarım, saklarım göz yaşlarımı gecelere… Bilme sen de…
16 Nisan 2015

BİR KOR GİBİ KOR İŞTE ADAMA TEK BİR NEFESTE…

Görsel: anatckiy.deviantart.com
Hayır, özlemek değil de bunun adı… İçinde her şeyin olduğu bir hiçlik daha ziyade… Hani sessizliğin elle tutulur olduğu bir kalabalık gibi…
Bir gece düşümde kalktım da yataktan gözlerim alışıktı karanlığa, ama gözlerimi kapattığımda her yer aydınlıktı zaten, bir ormandaydım ama tek bir ağaç vardı karşımda, tek ağaç ormanı işte o yokluk, uzanıp dalından bir meyve koparsam orman olmayacak artık… O nedenle yokluk içinde bırakılmışım.
Düşten düştüm, okyanus damlasına vardım. Neden gözlerin kapakları var da burnun yok? Bir damla içinde tüm kokular. Özüm gözüme durdu, balık allı pullu… Bir esinti, bir meltem, bir imbat… Okyanus oldu mu sana gökyüzü, bir mavi bir gri… Biraz ala biraz bulut… Sabah mı akşam mı belli değil… Yitip giden martıların kanadında bir karanfil alası… “Neden karanfil?” dedi şair, “şairi anmak için” dedi içim… Anlarsa bir o anlar beni…
Dönemem artık gerçekliğe, biraz caz, biraz duman, biraz alaz… Bir türkü tutturmak için çok mu geç? Eee, geç ya, caz dedin biraz önce… O zaman Rumeli Hisarı’na gitmeyelim bu gece.
Gel dedim, gittiğin gibi gel… Peki karanfil ne olacak? Onu da getir, koklarız… Olmaz, bırakamam onu suya, özlerim…
Özlemedin mi daha bu güne kadar? Büyük laflar etme bana, kalsın dilinin ucunda… Dudaklarına çıkmasın da kalbinde bir sızı kalsın, bana ne… Saçmaladın yine. Düş değil mi bu, istediğimi yaparım… Hadi o zaman, al karanfilini de çık ortaya… Ya da dur, elma demedim ki daha… Der miyim, bilinmez… Kal o zaman orada. Saçmaladın yine, kalk bir çay demle en iyisi… Olmaz, türkü yok ki, caz var… Eee, ne içeceğiz? Bir bardak soğuk su iç en iyisi sen…. Ya da hiç dönme, kal gittiğin yerde…
Neden öyle dedin ki? İyi gelmedi mi sana da bu gece? Ne gecesi? Düş dedin ya… Gündüz düşlerim olamaz mı benim? Gündüz düşünde caz olmaz ki? Ya ne olur? Kahve, frenk işi olsun ama… Bir espresso yapıvereyim o zaman size… Yemezler… Kaçıp sıyrılıvermek yok öyle. Bi arkadaşa bakıp çıksam ben?
Ve yüzü avuçlarının içinde, öylece kaldı biraz gecenin serinliğinde… Gökten 3 nefes düştü derin derin… En çok da özleyenlerin içine… Bir kor gibi KOR işte adama tek bir nefeste… Tüm renkler siyaha çalar senin elinde…
18 Nisan 2015

ALINTI

İnsansız kaldığımızda ruhumuzun yırtılacağını biliyoruz. “Yalnız kalmak istiyorum” demek için bile bir insana ihtiyacımız var. Bu yüzden ortak mekânlar oluşturup yan yana geliyoruz. Şakalar yapıyor, sırlarımızı anlatıyoruz birbirimize. Ama birden bir kurt düşüyor içimize.
“Bir şey eksik” diyoruz. “Bir şey eksik ama ne?
—  Ali Ayçil


18 Nisan 2015

SERGEY

“İnsanların bir şeyi senin yaptığın gibi yapmamaları o şeyi doğru ya da yanlış yapmaz… Kimseyi bir işi senin yaptığın gibi yapmaya ya da bir şeyi senin sevdiğin biçimde sevmeye zorlayamazsın… Yine bu, o işin yapılmayacağı ya da o şeyin sevilmediği anlamına gelmez…

Esas ustalık senin istediğin işin yapanın sevdiği biçimde yapılmasına izin verebilmektir… İşin heyecanını yolda bulan yapan olmalıdır, isteyen değil… Kitleleri yönetmenin temeli budur.”
Nutkuna o derece tutku ile devam ediyordu ki, bu satranç tahtasında asıl piyonun kendisi olduğunu söylemeye kıyamadım. Ne de olsa işin heyecanını kaçırmak yönetimin temel ilkesine ters olacaktı… Başımı hafifçe eğip bakışlarımı yere indirdim… Aynen onun isteyeceği gibi… Ne de olsa esas ustalık senin istediğin işin yapanın sevdiği biçimde yapılmasına izin verebilmekteydi… Yine de dudağımın hafifçe bükülmesine engel olamadım. Eğitimli bir göz bu mimiği asla kaçırmazdı, o ise kendini nutkuna iyice kaptırmıştı… Kitlelerin mimarı edası konuştukça ellerine hakim oluyor, başının gururla dikleşmesi, gözlerinin dinleyicilere değil ufka kayması, sesindeki zafer tınısı an be an artıyordu. Kendini rolüne iyice kaptırmıştı.
Oysa üstündeki bir beden büyük, sentetik kumaştan kahverengi takım elbisesi her şeyi net bir şekilde açığa vuruyordu.
Bir süre daha dinledim, hatta göz teması kurduğumuz anlarda başımı sallayarak konuşmasına tasdik verdim, sonra fark ettirmeden kalabalığın arasından sıyrılıp oradan uzaklaştım…
Şüphesiz beni tanımıyordu… Aracı kullanmak, kimliğimi gizlemek sık sık başvurduğum bir yoldur… Ne kalabalıktan ne de insanların ilgisinden hoşlanırım çünkü. Kendimi gizlemeyi iyi bilirim, işim bu. Bu nedenle de insanları iyi tanırım, kendini gizlemeye çalışma sanatının beceriksiz uygulayıcısı şu zavallı insanları…
25 Nisan 2015

9 Ekim 2015 Cuma

Yasemin Zamanı

İzmir'in uzun sonbaharı başladı, renkler hafiften sarardı, havada hoş bir serinlik hakim, ancak güneş hala insanı gülümsetecek güzellikte parıldıyor...

Hal böyle olunca fırsat buldukça yürüyüş yapmak mutluluk veriyor bana... Yürürken etrafımla ilgilenmeyi çok seviyorum, özellikle de bitkilerle...

Malum İzmir'in hakim bahçe çiçeği Yasemin... Her ne kadar yaseminin çiçeklenme zamanı yaz olsa da, şu anda iri iri açmış nefis yasemin çiçekleri de kendilerini sonbaharın akışına kaptırmış ufak ufak dalları ile vedalaşıyor kendilerini rüzgara salıveriyorlar...

Akşam eve dönerken toplayıveriyorum yerden bu nefis olgun yasemin çiçeklerini... 8-10 tanesi yetiyor bana bir bardak çay demlemek için... İster siyah çayıma ekliyorum, ister tek başına demleyiveriyorum...

Eee, tabii sonunda da elimde kitabım, bardakta çayım doğru balkona...



İyi ki İzmir'deyim.

Dip Not: Yasemin çayının faydaları için: http://www.bitkicaylarininfaydalari.com/yasemin-cayinin-faydalari/

1 Ekim 2015 Perşembe

Bayat

Fotoğraf: ALAMY, The Telegraph
Bayat ekmekler bir ev hanımının hazineleridir. Bir yazı okudum, diyor ki "Babam bir defa 2 ekmek fazla aldı, o gün bu gündür denge bozuldu, hep bayat ekmek yiyoruz önce onlar bitsin diye..." Oysa ne kadar çok şey yapılabilir bayat ekmeklerden...

Gemiler yapılabilir mesela, peynir gemileri... Lafla yürümez, ama bayat ekmek ile gider taaa uzaklara... El sallarız arkalarından... Balıkların ekmekleri tırtıklamalarını seyrederiz... Gemiyi terk eden fareler de peynirleri götürür yanlarında...

Ekmekler bayatlamaya başladı mı bir evde, yaşam da çekiliyor demektir... ya çocuklar ayrılmıştır evden ya da yaşama sevinci gitmiştir... Sonra o garip koku gelir yerleşir salona... Eski kokusu... Yok bayat ekmeğe benzemez o koku... Çürümeye de benzemez... Yokluğun kokusudur daha ziyade... Çekilmişliğin, yoklanmamışlığın kokusudur... Yalnızlığın kokusudur demeye dilim varmıyor... Anıların kokusudur daha çok... Sık sık sandıktan çıkartılıp havalandırılan eski çeyizlerin, yıllardır giyilmemiş gelinliğin kokusudur belki de...

Oysa bayat ekmeklerden neler yapılabilir, ev hanımının hazinesidir bayat ekmekler... Olmazsa gemiye binip gidilmelidir...

18 Eylül 2015 Cuma

EVRENE SELAM OLSUN


Evren’im, güzel yavrum benim,

Nasıl da istenen bir bebektin sen, çevremizde şahit olduğumuz pek çok kaza bebekten çok farklıydın. Aylar önce, seni istediğime karar verdiğimde sana hamile olarak  görmüştüm kendimi rüyamda; karnımı okşamıştım daha o zamandan, sevecenlikle, gülümsemiştim. Baban da seni istediğine karar verdiğinde, bir yavru kuş olup geldin bu sefer rüyama. Kumru Hanım’la Kumru Bey’in yuvasını şenlendirdin gelişinle...

Evren’im, güzel çocuğum,

Çok hastaydım, senin varlığını öğrendiğim gün. Doktorun verdiği ilaçları içemedim, sana zarar vermekten korktum, gidip test yaptırdım, “gerçekten var mısın?” diye. Evet, vardın. 1 mm bile olmasa da boyun, gelmiştin artık, vücuduma misafirdin. Çok sevindim, ama uzun bir yol vardı daha önümüzde seninle karşılaşmamıza kadar. Büyümeni izlemeye, beklemeye başladım. Sen artık benim ufacık dünyamdın, evrenimdin. Seninle yatar, seninle kalkar olmuştum. Varlığını da iyice hissettirdin hani, bulantılar, baş dönmeleri ile.

Evrenim, bebeğim,

O anlardan itibaren sana yazmak istedim, ama çok fazla da bağlanmak istemedim sana. Hep derlerdi, ilk 3 ay çok riskli diye. Kimselere söyleyemedim bir süre geldiğini. Herşeyi, herşeyi öğrenmek istedim seninle ilgili. Bol bol okudum, 7 haftalık, 8 haftalık, 9 haftalık neye benzermiş bebekler, annelerine neler yaparlarmış diye. Sen de varlığını daha fazla belli etmeye başladın bu arada karnımda, elbiselerim dar geldi, seni sıkmak istemedim, daha geniş giyindim. Artık saklayamadım seni.

Doktora gittik, minicik kalbin bir toplu iğne başı gibi atıyordu. “Aslan oğlum” dedim, “mahçup etmedin, merakta bırakmadın bizi”. Ne güzel gelişiyordun. “Oğlum” dedim, çünkü biliyordum erkek olduğunu, sen söylemiştin bir gece.

Rüyalarıma gelmeye devam ettin. Annelik hırkasını giydirdin bir gece üzerime. Ve bir gece adını fısıldadın kulağıma “Evren” diye. Zaten evrenimdir, Evren’im oldun.

Peki sonra ne oldu, anlamadım. Hep yemek yemeye başladım geceleri. Bana birşey demek istiyordun, anlamıyordum. Hergün gündüzleri yiyemediklerimi geceleri yiyordum, ama ne demek istedin, hep sordum, anlamadım bir türlü. Anlasaydım ne olacaktı, elimden gelen birşey var mıydı? YOKTU.

Hafta 11, bulantılar kesiliverdi. İlk 3 ayın sıkıntılarını atlattık herhalde diye sevindik. Bağımızı kuvvetlendirebileceğimiz ikinci döneme adım atıyorduk seninle.

Evren’im, ilk göz ağrım,

Seni biz çok istedik, ama bize gelmeyi sen seçtin, zamanını sen seçtin. Adını sen fısıldadın kulağıma. Sonra ne oldu bebeğim? Neden gelmekten vazgeçtin annenin yanına? Aniden neden bırakıverdin bizi?

Doktora gittik yeniden, “gelişmemiş bu bebek,” dedi doktorum “beslenememiş”. O minik kalbin atmıyordu artık. “Olur böyle şeyler” dedi doktor. Çok sık görülen bir durum, biliyorum, çok okudum bebekler hakkında. “Üzülme sakın” dedi, “yine olur.” Kaskatı kaldım orada, ne yapacağımı bilemedim. Bu bir kitap değildi ki, benim evrenimdi. Kapıdan çıkınca babanı aradım, haber vermek için, ama konuşamadım. Yaşlar boşanıverdi gözlerimden, boğazıma düğümlendi kelimeler, “Evren’imiz gitmiş” diyemedim, ağladım sadece, “Gel” diyebildim birtek. Günlerce ağladım, ağladım, ağladım.

Ah, sen, ne kadar istenen bir bebektin. Seni kucağıma alacağım anın hayalleri süslüyordu evrenimi. Ama gelmemeyi seçtin. Bir bildiğin vardır herhalde, KOSKOCA bebeksin.

Evren’im, oğlum benim,

Çok şeyler söylediler ardından beni teselli etmek için, pek çoğu bir nesne gibi bahsetti senden. “Yenisini yaparsınız” dediler genellikle. Anlayamadılar benimle konuştuğunu, senin bir ruhun olduğunu anlayamadılar. Senin benim ilk çocuğum olduğunu ve hep öyle kalacağını anlayamadılar. Başka çocuklarım olacaktır elbet, ama bu senin VAROLMADIĞIN anlamına gelmez ki.

Çok ağladım senin arkandan, ama “Bundan da öğreneceğimiz birşey vardır” demeyi de bildim. Yasını tuttum, ama bilgeliğinden de yararlandım. Demek bize birşey öğretmek istedin. Sen bizden daha iyi bilirsin, KOSKOCA bir ruhsun sen.

Evren’im, biricik yavrum,

Sana çok teşekkür ediyorum, burada bizimle olduğun kısa süre için sana çok teşekkür ediyorum. Benimle konuştuğun, varlığını hissettirdiğin için sana çok teşekkür ediyorum. Bilgeliğini bizimle paylaştığın için sana teşekkür ediyorum. Evrenime katkıda bulunduğun, beni olgunlaştırdığın, bana sabretmeyi öğrettiğin için sana teşekkür ediyorum.

Evren’im, bir tanem,

SENİ SEVİYORUM.


İzmir,

6 Nisan 2005

Bu mektup İmza: Ben isimli kitapta yayınlanmıştır.

17 Eylül 2015 Perşembe

Kalıp

Görsel: blog.radikal.com.tr
"Kalıbına tüküreyim" diye başlamak istiyorum satırlarıma sevgili günlük... Her gün aynı şeyleri, aynı sayfalara yazmak için bir günlük almak tabii ki salaklıktı... Saçmalığın daniskası yani... Her gün aynı şeyleri yazıp arkasından da ne kadar berbat bir hayatım olduğu gerçeği ile yüz-be-yüz gelmek...

Bugün yine hiçbir şey olmadı, sevgili günlük...

Bugün, sabah kalkınca yüzümü yıkamadım, değişiklik olsun diye...

Bugün, solumdan kalkmak istedim, ama yatak duvara dayalı olduğu için kafamı çarptım.

Bugün, yine hiçbir şey olmadı, canım salak günlük...

Senden nefret ediyorum günlük... Günümün tekdüzeliğini yüzüme vurduğun için nefret ediyorum senden...

Bugün, yataktan geç kalkmaya karar verdim... 15 dakika boğuşup durdum çarşafların içinde, sıkıldım, kalktım...

Bugün, ne yapsam bilemiyorum, her gün olduğu gibi...

Sevgili günlük, acaba sana yazmay bıraksam daha iyi hisseder miyim kendimi?

Bazen sırf değişiklik olsun diye camdan aşağı atlamak istiyorum, ama camlar demirli sevgili günlük... Kapılar da kilitli...

Gardiyan dedi ki, bu 15 yıl daha böyle sürermiş sevgili günlük... Sonra alışırmış insan...

15 Eylül 2015 Salı

Zahmet

Görsel: etsy.com
"Zahmet oldu evladım sana"
"Ne demek, teyzeciğim, vazifemiz."

Böyle başladı işte sokak başında sohbetimiz... Konuşmak istiyordu, çok istiyordu konuşmayı... Kelimeler gözlerinin kenarında birikmişti... Çocukça bir pırıltı gibi yanıyordu kelimeler gözlerinde... Dudakları, dudakları sadece bir çizgi... Yıllarca susmaktan kanamış dudakları... İncecik, öyle ince ki kırışıklık bile yok kenarlarında... Kelimeler bir uçurumun kenarından irkilip uzaklaşır gibi kaçmış geriye dudaklarından... Taa gözlerine kaçmış...

İki damla yaş olmuş kelimeler önceleri, göz pınarlarında toplanmış dudaklarını sıktıkça, sonra sonra, o yaşlar kurumuş akmamaktan, akamamaktan... Irmak olacakmış bıraksalar kelimeler, birbiri ardınca eklenip çağlayacakmış... Ama durmuş sadece o iki damlada... Durunca inci olmuş, pırlanta olmuş, elmas olmuş kelimeler gözlerinde...

Sonra, sonra yıllar geçmiş 2 pırıltı olarak kalıvermişler sadece...

Bütün o kelimeler ve 2 pırıltı...

"Zahmet oldu evladım sana." olmuş...

TOMURCUKTAN ÇİÇEĞE

“Ve bir tomurcukta sımsıkı kalma riskinin, çiçek açma riskinden çok daha acı verdiği gün geldi…” demiş Anais Nin.

Görsel: http://www.darkzula.com

Kendisini zaten pek severdim, bu sözünü de öyle çok sevdim.
Bugüne kadar hiç düşünmemiştim tomurcuğun çiçeğe dönmesinin zorluğundan ötesini… Oysa kalmak türküsü, hep daha zor. Zamanı geldiğinde, gitme vakti, açma vakti, konuşma vakti geldiğinde… İnadına durmak, inadına susmak, direnç göstermek…
“Doğrusu nedir?” diye sormaya gerek var mı? Belli etmiyor mu doğanın döngüsünde kendini? Kuşlar yuvadan atmıyor mu çocuklarını zamanı geldiğinde…
Gözünde çakan kıvılcıma gem vurmaya çalışmanın anlamı var mı bahar kapıyı çaldığında? Cemrelere dur diyebilir mi yüreğin? Dönüşüm kaçınılmaz ise, doğasına göre yaşamalı insan… Doğmak değil miydi aldığımız risklerin en büyüğü? Bu uğurda ölmeyi göze almadık mı?
Masalın kahramanı olamasa bile masalın kendisi olmak böyle bir şey işte…
18 Mart 2015

14 Eylül 2015 Pazartesi

Erguvan

"Bir erguvanlar vardı, pembe mi desem, deli mi desem" demiş ya Necati Cumalı... İşte onun gibiyim bu sabah... Erguvan gibi neşelenmek istiyorum... Olduğum yerde durup hayatı olduğu gibi kabullenmek istiyorum. Rüzgara, yağmura eyvallah demek istiyorum... Güneş içimi ısıtırken mutlu olduğum kadar, çiçeklerimi kuruturken de isyan etmemek istiyorum... Hayat, akıyor, akıp gidiyor da gözlerimizin önünde öylece durmak bile bir suç olup oturuyor yüreğimize... Sevmek güzel de yok olup gitmek kaygısı yok mu, orada düğümleniyor boğazım... Hele bir şey yapamadan yok olup gitmek, bir iz bile bırakmadan... Bir erguvan çiçeği kadar gelip geçici olduğunu bilerek, ancak erguvan ağacı gibi sarılamadan dünyaya, köklerini uzatamadan... Sadece olduğum gibi olarak, hayata bir mana kattığıma inanamıyorum ya, işte orada kopuyor yalnızlığın acısı.

Sanki öylece duruvermek yetmezmiş gibi geliyor... Kolay mı oysa öylece duruvermek... Bunca acıya rağmen, kıpırdamadan, yılmadan, yıkılmadan...

Oysa erguvan ağacı duruyor işte orada... Yaprağı ile hayat, çiçeği ile neşe, kökü ile dayanma gücü verdiğini bilmeden... Yine de ne bir kaydı ne bir endişe üretmeden...
Bir ağaç gibi duruyor işte...

2 Eylül 2015 Çarşamba

MUM GİBİ

Fotoğraf: Bahar Tapkaç

Yanmış mumlarda bir asalet yok mu sizce de? Geçmişin vaatleri ve yarının anıları gibi, aslında olmayan ama aynı eskiden olduğu gibi.
11 Aralık 2014

UCUZ KOPYALAR

Neden öğretmen olamadım biliyor musunuz? Çünkü kendimi sadece bir defa adayabiliyorum bir işe… Bir sene, bir grup öğrenciye adıyorum kendimi… Onlara her şeyimi döküyorum, bütünüm oluveriyorlar benim… Bire ulaşıyoruz, çokken ilk başta… Birbirimizi sevmeyi öğreniyoruz… Birbirimizi anlamayı öğreniyoruz…


Ondan sonra yaşadığım her şey, sanki ucuz bir kopyası o ilk yılın… Öğrencilerim, yeni öğrenciler değil, ilk yılın taklitleri… Ne kadar uğraşsam da, yeni bireyler olarak göremiyorum onları, hep öncelerden birilerine benzetiyorum…

Ucuz taklitleri yeniden şekillendirmeye çalışmaya tahammülüm yok… İstemiyorum, gelmesinler zaten. Eskiler de bıraktı ve gitti… Ağızlarından çıkan en fazla bir kaç minnet kelimesi; ama biliyorum, bana ihtiyaçları yok artık… Dedim ya, her şeyimi döküyorum zaten onlar için… Beni bitirip yeni alanlara yelken açıyorlar… Gitmeleri gerekir, benden alacak bir şey kalmadı, tekamül bunu gerektirir…
Peki ben ne yapacağım? İçi boş bir çuval… En azından dik durmamı beklemeselerdi… Bekliyorlar ama… Yeni gelenler için dik durmamı bekliyorlar… Yeniden boşaltmam gerekiyor boşalmış olan o çuvalı, yeniden sevmem gerekiyor yeni gelenleri… Kimseye benzetemesem keşke… Birinde bir öncekinin gözlerindeki pırıltıyı arıyorum, diğerinde o eski şefkatin içimi ısıtan kıvılcımlarını… İşin kötüsü, buluyorum da… O zaman çok kötü oluyorum işte, yeni aramayı unutup sadece o ucuz taklitleri görüyorum…
Yeni bir iş bulmalıyım belki kendime… Her şey yeni olmalı… Hiçbir şeye benzememeli, hiç kimseye…
14 Ekim 2012

ÖLÜMÜNE SEVMEK


Yaşlanıyorum, ölümüne yaşlanıyorum hem de… Doğduğumdan beri, gün be gün… Ölümcül bir hastalığım var, yaşamak… Bir cenaze gördüm mü “darısı başıma” diyorum, uzun bir yolculuk benimki zira… Kimisi şanslıdır, kısa ve öz yaşar… Kiminin ölümü daha çabuk gelir… Kimi de çok hızlı alır da yolun başını bir yerde takılıverir, sanki unutmuşçasına nasıl ölüneceğini…
Sahi nasıl ölünür ki? Hiçbir fikrim yok… Ama istisnasız herkes becerebildiğine göre çok zor olmasa gerek… Düşünsenize nasıl ölüneceğini öğrenmek için bir kursa falan gitmek gerekseydi, nice olurdu halimiz?
Demek ki hatırlamam lazım sadece, bir an önce hatırlamam… Ölümüne hatırlamam lazım….
21 Ağustos 2014

SAHTELİKLER PEŞİNDE

Screeen Shot of Frances Conroy

Hadi hadi, itiraf et, kaynanası ölen o deli kadına “gözün aydın, darısı başıma” dememek için zor tuttun kendini… Az kaçık değilsin sen de… Bilmiyorum sanki her gün cami avlusunda cenazeleri beklediğini… “Bugün kim öldü acaba?” diyor içindeki şeytan… Karşı koyamıyorsun, değil mi?
Kimse tanımıyor hala seni, ama bunun sebebi başındaki, o artık yağdan parlayan siyah tülbent ya da gözündeki kalın siyah camlı gözlüğün değil…. Kimse umursamıyor çünkü, ne seni, ne de ölüleri… Onlar kendileri için oradalar, kendi dertlerine yanıyor, kendi çektiklerine ah-vah ediyorlar… Kimisinin kahkahaları belli oluyor kederli gözlerinde… Sen de onları arıyorsun zaten özellikle… “Başın sağ olsun” deyip sarılırken Xanax’lı mutluluğun maskesi altındaki şirret kahkahaları çekiyorsun ciğerlerine… Hepsine tek tek sarılıyorsun, değil mi?
Kaçırdın sen iyice keçileri kızım… Acıdan beslendiğini söylüyor komşular, ama bilirim ben seni, acı değil aradığın cenazelerde… Yalandan, riyadan besleniyorsun… Kendini yalnız hissetmemek için gidiyorsun ölü evine… Hele biri kapanıp da mevtanın üzerine “nasıl bırakıp gidersin beni” dedi mi, değme keyfine… Tam aradığın sahne… Biliyorsun ki en fazla 1 hafta sürecek o rol… Ardından “hayat devam ediyor” bahanesi konacak sahneye…
Yalın mı o çalan arka fonda… “Sahte… sahte… Her şey sahte… Kalp yenik, akıl kanmıyor, sözler sahte…” Bu işte…. Her gün ava çıktığın bu işte…


21 Ağustos 2014

Ateşleyici

Görsel: en.wikipedia.org

Bir kıvılcım, bir ateşleyici, bir pırıltı, bir ışık yeter aslında milyonları tutuşturmaya... Şöminenin karşısında oturup kurunun yanında yaşların da yanmasını seyrediyorum bütün gün... Gençlik günlerimi anıyorum... Yollara, yıllara meydan okumaya niyetliydik hepimiz... Pırıl pırıl, ateş gibi, capcanlı, ışık saçan gençlerdik... Zenginliğimiz yolumuzu açma gücümüzdü, servetimiz aşkımızdı... Sevdik, tutku ile bağlandık birbirimize... Uğrunda yanacak bir aşk aradık... Her şey olabilirdi aslında, birini seçtik...

Şimdi yılların ardından düşünüyorum da... Dava değil yol önemliydi bizim için... Varmak değil, yanmak önemliydi... Yanacak, küllerimizden yeniden doğacaktık hep birlikte... Anka kuşu misali yanacak ve küllerimizden yeniden doğacaktık...

Hesap edemediğimiz bir şey vardı... Tek tek yandık hepimiz... Hep birlikte tutuşamadık... Yol boyunca adım adım yandık... Birer birer yandıkça, yanımızdakine bakar olduk... Küllerinden doğacak mı diye... Ama zaman gerekiyordu, onu unuttuk... Yolu unuttuk, menzile takıldık... Menzile takılınca engele takıldık... Yaşlar yanmamaya başladı kurunun yanında... Birer birer ayrıldı yanmayanlar ve yanamayanlar olarak kaldık...

Yol mu bizi sevmemişti, yıllar mı yar olmamıştı bize... Yandık ama nar olmadık... Kül olduk ama nur olmadık... Öylece kalakaldık...

1 Eylül 2015 Salı

BÖYLE

Fotoğraf: Yüksel ÇELİK
Yargılamadan önce anlamaya çalış. Baktın olmuyor dinlemeye çalış. Hemfikir olmak zorunda değilsin. Hak vermek zorunda hiç değilsin. Saygı duy yeter. Dünyada milyarlarca insan var, “o öyle” demeyi öğrenemedikçe yaşayacağımız hayatın kalitesi ancak böyle.
21 Temmuz 2014

HARCAMALAR VE TÜKETMELER ÜZERİNE

Fotoğraf: Sofia Higgins

Günlerim günlerim ardına öylece geçiyordu… Yoktum sanki… Ama aynı zamanda varlığımı en ağır hali ile hissediyordum… Zaman hiç de öyle su gibi akıp geçmiyordu da, yine de her saniyenin farkında olmak için çok doluydu zihnim hiçlikle. O kadar boştu ki vaktim, hiçbir şey yapmaya zaman yetişmiyordu…
Bir kitap okusam, bir film seyretsem, bir şarkı söylesem… Belki bir anlamı olurdu, ama o kadar tükenmiştim ki tüketmelerle hiçbiri kalmamıştı artık yanımda.
Yaşamak bu olmasa gerek, ama nedir o zaman yaşamak? Bir görev benimseyip onu tüketmek midir yıllarca ve yıllarca. Bir rol biçip kendine onu oynamak mıdır yani?
Hayat baş rolünü kendimizin oynadığı bir tiyatro oyunuymuş. PEH Oynamamayı seçince ölmüyorsun ki… Hatta ölmeyi seçsen oynamış olacaksın. Yaşamayı seçsen? En iyisi yok olmadan var olmak… MI?
3 Haziran 2014

SIKINTI

Fotoğraf: none by princesserouge

Çok iyi tanıyorum seni, çocukluğumdan… Böyle bulanık, kahverengi gibi bir örtü… Önce kalbimi kapatıyor… Karanlık basıyor içimi, kararıyor, ama kapkara değil… Balçık gibi böyle, bataklık gibi, bastığın adımı kurtaramıyorsun, alıyor seni içine, ama tam da batamıyorsun bir yandan… Bir parçası aydınlıkta kalıyor aklının… Biliyorsun yani tam olarak balçıkta yüzdüğünü… Miden bulanıyor gibi, ama çıkartamıyorsun bir yandan da…
Bir renk, bir renk olsa, kırmızıya bile razısın bu bulanık çamurdan çıkmak için… Kırmızı, kanın rengi, vahşetin rengi, ama doğumun rengi aynı zamanda, şehvetin rengi…
Siyah da olur, o bile, doğacak günün habercisi en azından…
Bunaltıcı, hani ter içindesin bir yandan örtünün altında, ama en ufak bir esinti yok, sadece nem… Birkaç tane kara sinek olsa, yapış yapış konsa tenine, onları kovmak için kalktığında örtü havalansa biraz?
Yok ama, yok işte… Ne renk, ne sinek, ne de esinti… Sıkıntı sadece, o balçık, bulanık iç sıkıntısı… Çocukluğumdan kalan bir sessiz çığlık…
10 Haziran 2014

UZLAŞMA

Uzlaşma – Serkan Çetin

Yapılan her şeyin bir anlamı olduğunu düşünen sizler ve hiçbir şeyin anlamı olmadığını düşünen bizler… Artık uzlaşma vakti gelmedi mi?

10 Haziran 2014

FARİKA

“Ay, imdat diye bağıracağım şimdi”, derdi annem, “Yangın var” diye bağıracağım diye anneannem… Ben de kendime bir alamet-i farika bulmalıyım sanırım bunalım anlarım için…
İmdat kesmez beni, o kesin… Zaten kim kime yardım edebilmiş ki bu güne kadar, ben yardım istediğimde gelsinler… Yıpranmış sinirlerin kalıtsal ya da cinsiyete özgü olduğunu düşünmeye başladım. “Avazım çıktığı kadar haykırsam” diyorum da, “ne fark eder” diyorum sonra da… İyi gelir belki, kim bilir…
Belki tren istasyonuna giderim, rayların arasına sığınır boğazımı yırtana kadar bağırırım… da, ne diye bağıracağım, bir alamet-i farika bulmam lazım kendime…
12 Haziran 2014

EDEBİYAT

Fotoğraf: Behind The Mask by Ookami SeaEmpress
Bir kitap alıyorum elime, başlıyorum okumaya, sarıyor da… Çok iyi gidiyor. “Uzun süredir bu kadar sürükleyici bir roman okumamıştım” diyorum kendi kendime…
Sonra, sonra birden yanlış kullanılmış bir kelimeye rastlıyorum… Elim ayağım düşüveriyor… Çeviri olsa, hadi neyse diyeceğim de, anadilimde yazılmış bir kitap…
En kötüsü bilmemek değil de, bildiğini sanmak… O zaman araştırmıyorsun çünkü… Kullanıveriyorsun geldiği gibi… Yanlış olduğunu bilmiyorsun çünkü… Ama okur biliyor… Ne olacak şimdi?
Bir kelimeyi ilk defa duyduğumuzda cümlenin içindeki anlamdan çıkartırız genellikle anlamını… Sonra da birkaç defa teyit edince öğrenmiş oluruz o kelimeyi… İşte tuzak burada… O kelimenin anlamı bizim tahmin ettiğimiz gibi değilse, yanlış öğrendik gitti…
İyi bir yazar nasıl olmalı sorusunun temel şartlarından biri dile çok iyi hakim olması…
Bir hata gördüm mü, elim ayağım düşüveriyor, bütün hevesim kırılıyor, keyfim gibi itimadım da kalmıyor… Bu konuda kinciyim de, kolay unutamıyorum affetsem bile…
Yazık oldu güzelim romana…
Nüks etmek: hastalık veya başka bir durum yeniden ortaya çıkmak, depreşmek, üstelemek (Kaynak: TDK)
18 Haziran 2014

TAKINTILAR


Hani alaca karanlıkta şalını sırtına alırken düzü mü tersi mi anlamaya çalışırsın ya, sanki ters giysen 7 yıllık şanssızlık başlayacakmış gibi…
24 Haziran 2014

YOLCULUK GEREK

Şu anda bir şarkı dinliyorum, “yolculuk gerek” diyen… Birden çekip gidelim, başka dil konuşulan, başka öyküleri olan yerlere…



Oysa ki, “bu kent peşini bırakmaz senin” demiyor mu Kavafis?
Kaldı ki, kafasını, yüreğini hazırlayan insan odasında bile yolculuk yapabilir. Yapamaz mı? Eğer hazır değilse o yolculuğa, miller tepse yine de aynı yerde sayıklamaz mı?
Yepyeni dostlar değil de yepyeni gözler gerek bize… Tazelenmiş yürekler…
Ondan sonra da çıkarım yolculuğuma, istediğim yöne… Kafamda, odamda, yüreğimde… Ondan sonra bakarım yeni gözlerimle istediğim yere…
Görsel: Moments – Carolina Landea

Evet, biraz temiz hava da iyi gelebilir. Açayım biraz pencerelerini kalbimin ya da daha iyisi bir hamak kurayım en derinlerine gönlümün.
26 Haziran 2014

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...